9 Haziran 2007 Cumartesi

...:::İLK TÜRK FUTBOLCUSU FENERLİ FUAD BEY'Dİ:::...

...:::İLK TÜRK FUTBOLCUSU FENERLİ FUAD BEY'Dİ:::...

1900'lü yılların başında Kadıköy'de oturan James Lafontaine adındaki İngiliz olmasaydı, Osmanlı tebası belki futbol topuyla daha geç tanışacaktı.O zamanda Galatasaray'ın kuruluş yılı 1905,Fenerbahçe'nin kuruluş yılı 1907 olmayacaktı. Belki renkleri, belki isimleri bile başka başka olacaktı.Ya da o zamanın Kadıköy'ünde, James Lafontaine adlı futbol hastası yerine George Brown adında bir Cim hokeyi meraklısı başka bir İngiliz yaşasaydı belkide bugün milletçe başka bir spora aşIk olacaktık.Hintliler ya da Pakistanlılar gibi.Futbolu bağrına sokan İngiliz James Lafontaine, 1900'lü yılların başındakihallerini şöyle anlatıyor:
"Biz üç beş İngiliz Moda çayırında bu işe başladık. Ancak iki takım kuracaksayıda oyuncumuz vardı. Aynı insanlarla oynamaktan canımız sıkılıyordu. Lakin Türk gençlerini bu işe teşvik etmekten de korkuyorduk..."
Acaba neden korkuyorlardı?Türk gençlerinin kuracağı takıma yenilip millete rezil rüsva olmaktan mı?Yoksa maç sırasında aşka gelecek seyircilerden dayak yemekten mi?

FUTBOL YASAK

Devir Sultan İkinci Abdülhamid Efendimizin devri. Padişahımız, halifemiz iyidir hoştur da biraz vehimlidir. Ahalinin "futbol bahanesiyle" dahi olsa yan yanagelip, kalabalık teşkil etmesinden hoşlanmaz. "Nerede çokluk orada şeylik..."politikası güttüğünden, Müslüman ahaliden üç dört kişinin yan yana yürümesinibile yasaklamış.İşte James Lafontaine'i korkutan şey bu.Türk gençlerini futbola alıştırayım derken başının belaya girmesinden çekiniyor. O yüzden de maçlarında Türk gençlerini oynatmıyorlar.Ama boş bir tedbir bu. Olimpiyat oyunlarının yapıldığı stadyumun önünde "kokoreç satmayı planlayacak kadar" gözü kara girişimcilere sahip bir milletin çocuklarını,Abdülhamid'in yasakları durdurabilir mi?Durduramamış nitekim...

İngilizlerin, Rumların aralarında futbol oynadığı, Kuşdili, Moda, Papazın çayırı, Bakla tarlası, Taksim Kışlası gibi yerlere biriken Müslüman ahali "Bu ne iştir..." deyip maç seyretmeye başlamış. Seyrettikçe de iştahlanmış.Yerinde duramaz olmuş.O vakitler bugünkü gibi tribünlü, tel örgülü sahalar yok. Futbol sahası dedikleri yer dört tarafı açık alanlar.James Lafontaine İngiltere'ye döndükten sonra Daily Mirror'da yayımlanan hatıralarında bu durumdan şikayet ediyor:"Maçın olmadık bir yerinde, kafasında fesiyle bir Türk seyirci dalar,yakaladığı topu tekmeleyip havaya dikmeye çalışırdı. Bu yüzden maçlarımız sık sık kesintiye uğrardı. Bu futbol heveslilerini durduracak bir polis kuvveti bulunmadığından çok sıkıntı çekerdik..."

FUAD HÜSNÜ BEY

Bizim Ergun Hiç yılmaz'ı tanırsınız. Hem iyi bir tarihçi hem iyi bir arşivci hemde sıkı Fenerlidir. 1992'de yayımlanan "Türk Futbol Tarihi" adlı Calışmasının birinci cildinde, Türklerin futbol hevesini örnekleri ile naklederken ilginç bir şahsiyeti tanıtıyor.İlk kez futbol sahasına çıkan bir Türk'ten,Fuad Hüsnü Bey'den söz ediyor.Abdülhamid'in donanmasının amirallerinden Hüseyin Hüsnü Paşa'nın Mekteb-i Bahriyesi'nde (Deniz Harp Okulu) okuyan oğlu Fuad Hüsnü Bey bilinen ilk futbolcumuz.Fuad Hüsnü Bey mükemmle Ingilizce konuşabildiği için Moda'daki İngilizlerle ahbaplık ediyor.O zaman İstanbul'da futbol topu da yok, futbol malzemesi satan bir yer de.Fuad Hüsnü Bey,İngiliz ahbaplarından bir top tedariklenip başlıyor üzerinde tepinmeye. Kah boş bir arsa bulup peşinden koşuyor kah bir duvarın karşısınageçip durmadan şut atıyor.Papazın Cayırı mevkiindeki bir okul duvarını futbol topuyla dövmekte olan Fuad Hüsnü'yü yakın arkadaşı Reşat Danyal Bey görüyor.Önce hayretler içinde bir süre seyrediyor. Sonra yanına sokulup soruyor:

-Hayırlar ola Fuad.Duvarı yıkmaya mı Calışıyorsun?Fuad Hüsnü, yakın arkadaşı Reşat Bey'e önce derdinin duvarı yıkmak değil de futbol talim etmek oldu.Günü anlatıyor, ardından da bir teklifte bulunuyor:

- Neden bizim bir futbol takımımız yok? Gel biz de takım kuralım.Reşat Danyal Bey'in aklı yatıyor bu işe. "İlk Türk futbolcusu" olarak tarihe geçecek olan Fuad Hüsnü'nün liderliğinde bir kaç delikanlo bir araya geliyorlar.İstanbul'un ilk Osmanlı takımını kuruyorlar.Fuad Hüsnü ve Reşat Danyal ile birlikte Şevki Bey, Fahri Bey, Nurettin Bey,Emcet Bey, Hafız Mehmet ve Hafız Mustafa kardeşler, Kemani Nuri Bey veTamburacı Osman Pehlivan.İsimleri tespit edilenler bunlar. Kadronun yarısımevlide giden hafızan ekibi, diğer yarısı saz takımı gibi bir şey.

...:::Silahlar Yerine Ulaştı:::...

...:::Silahlar Yerine Ulaştı:::...

Devir, İstanbul'un işgal devri... Sabahın ilk ışıklarını karşılamak, işgal İstanbul'unda, sadece balıkçılara verilmiş bir hak... Lüfer, palamut, kofana... Artık, neyi takmışsan kafana... Ağ mı gerersin, olta mı atarsın, yoksa volta mı? Bu yalancı sabah özgürlüğü, boşuna değil. Çünkü, işgalciler de beslenecek. Sofralarına balığı kim getirecek? İşte bu görüntüde Fenerbahçe Kulübü'nün dereye bakan arka tarafındaki balıkçı teknesinde, çingene palamudu telaşı var. Ağlar da tamam.. "Vira Bismillah" denildi, denilecekti. Ama yükle yükle tekne dolmuyor, bu Fener'in balıkçıları denizi mi kurutmaya niyetli?... Aslında yüklenen ağ değil, silahtı... Olta yerine, uzun namlulu tüfek vardı... Mermiler, yem niyetine kullanılacaktı. Top, tüfek, bomba... Şimdilerde olsa, bunlar trole çıkıyor dersin. Fakat onlar, Anadolu'ya... Atatürk ve silah arkadaşlarına gidiyordu.. Çünkü onlar cephede cephane bekliyordu... Çünkü kurşun ata ata biterdi. Yooo, öyle değil... Ömür biter, kurşun bitmezdi. Sağolsun Fenerbahçe de, cephaneyi eksik etmezdi... Gecenin sessizliğinde karanlığı yaranlar, yalnız Fenerbahçe'nin balıkçı görünümündeki yurtseverleri değildi. Düşman, bir Rum ihbarının sinsiliğinde, kulüp binasına doğru sokuluyordu. İşgal kuvvetleri, Fenerbahçe'yi suç üstünde yakalayacaktı. Teknede taşıdıklarını, "Balıktı" diye yuttururken, işgalciler alıktı... Şimdi de, Fenerbahçe'yi faka bastıracaklardı. Sinsi sinsi sokulan silahlı kalabalık, kulüp binasındakilerin dikkatinden kaçmadı. Gözcüler, arkadaşlarını uyardı. Son bir gayretle, son parti silah tekneye yüklenirken, işgalciler iş işten geçtiği için telaş içinde ateşe başladı. Ancak, kulüpten karşılık gördüler... Fenerbahçe'nin ikinci takımında futbol oynamış Refik ve Mustafa Beyler düşmanı oyalıyordu. Ancak, sayıca çok üstün olan İngiliz işgalciler; kısa sürede binaya girdiler ve yüzlerce tüfeğin ateşi altında Refik ve Mustafa beyleri şehit ettiler. Ama, o arada tekne yola çıkarılmış, silahlar kurtarılmıştı. Düşman, hiçbir ipucu bulamamıştı. İki şehit vardı ama, hiç şahit yoktu. Onlar hayata gözlerini kapamadan, Anadolu'ya son cephaneyi ve son kafileyi göndermeye muvaffak olmuşlardı. Görev tamamlanmıştı. Ruhları şad olsun..

...:::Ya Cepheye Gidersin,Ya da Fener'den Gidersin:::...

...:::Ya Cepheye Gidersin,Ya da Fener'den Gidersin:::...

Önce Birinci Dünya Savaşı, sonra Kurtuluş Savaşı derken, Fenerbahçe'nin formasını çıkarıp, askeri üniformasını giyen futbolcuları şehit ya da gazi olunca takım çökmüştü. Kadro erimiş, Fenerbahçe'nin elinde oynatabileceği sadece 3 futbolcu kalmıştı.. Kayıplar nedeniyle, 1916-17 sezonunda lig, 15-16 yaş grubundaki çocuklarla oynanabilmişti. Fenerbahçe'nin Arif, Kaptan Galip ve Sabri gibi futbolcuları; çoğu kez savaş alanlarından kopup gelerek sahaya çıkmış ve takımlarına destek vermişlerdi. Dünyada böylesine cepheden lig maçlarına koşmuş, tekrar savaşa dönmüş başka futbolcular yoktu.. Arif'in kaybı, Fenerbahçe'nin müthiş bir milliyetçilik duygusunun kabarmasına yol açmıştı. Bunun bir uzantısı olarak, işgal yıllarında, Kurtuluş Savaşı, için çok aktif bir rol oynamıştı. Evet, Türk futbolu topyekün savaşın içindeydi. Ancak, arada çatlak sesler çıkmıyor değildi. Herkes koşa koşa cepheye giderken, bazı futbolcular, silah altına girmemek için çaba sarf ediyordu. Bunlardan biri de Nuri'ydi.. Varlıklı bir ailenin çocuğu olarak şımartılmıştı Nuri... Askere gitmek istemiyordu. Fenerbahçe Yönetimi, "Nasıl herkes düşmanla savaşıyorsa, sen de eline silah alacaksın" diye çıkışmıştı bu yetenekli futbolcusuna.. Ancak Nuri, zoru görünce patlamıştı: "Üzerime gelmeyin, yoksa Altınordu'ya geçerim!..." Başkan Hamit Hüsnü'nün cevabı kesindi: "Ya cepheye gidersin, ya Fener'den gidersin..." Nuri, blöfünün sökmediğini görünce, daha da küstahlaşmıştı; "Başkan ben bu kulüpten gidersem, birçok futbolcu da peşimden gelir." Hamit Hüsnü Bey'in Kuşdili'ndeki öfkesi, taa Kadıköy İskelesi'nden duyuluyordu: "Haddini bil, efendi... Fenerbahçe'de senin gibi başka bir vatan haini bulamazsın. Çabuk bu kulüpten defol.." Nuri'nin o andan itibaren, Fenerbahçe ile ilişkisi kesildi.. Ama, Nuri neden "Altınordu'ya geçerim" diyordu. Çünkü Altınordu, Osmanlı'nın güçlü isimlerinden Talat Paşa'nın başkanlığı, yani koruması altındaydı. Bünyesinde bulunan futbolcuları askere almıyordu. Herkes açlık ve yokluk çekerken, Altınordulu futbolcular bolluk içindeydi. Bazıları böyle çıkarını düşünürken, Fenerbahçe cephelerde şehit üstüne şehit veriyordu. Üstelik, sağ kalıp geri dönenlere de, hiçbir ayrıcalık yoktu. Onlar toplumdan ve kulüplerinden gördükleri saygıyı, en büyük nimet olarak bellemişlerdi. Vatan selamete çiksın, onlara yeterdi... Fenerbahçe, durup dururken, ya da kupası çok diye "Büyük kulüp" olmadı. Tarihi şerefle dolu olduğu için büyük kulüp oldu ve Türkiye'de milyonlar tarafından çok sevildi...

...:::Atatürk'ün Rakısından Getir, Bir De Fenerbahçe Rozeti:::...

...:::Atatürk'ün Rakısından Getir, Bir De Fenerbahçe Rozeti:::...

Haldun Sevel, Haziran 1994'te, Maviş adlı küçük teknesiyle, Ayvalık'tan yola çıktı. Bir süre sonra Midilli'nin 'Kolpos Yares' koyuna demirledi. Geceyi orada geçirdi.Ertesi sabah teknede tembellik ederken, kulağına bir türkü çarptı: 'Ela popses tukoma/ Masu pekso baklama/ Naka tebu niyageli/ Napo leksu çiftetelli, çiftetelli, çiftetelli...' Sevel ayağa kalkıp bakındı. Az ötedeki kayıktan geliyordu bu ses. Civardaki teknelere balık satan yaşlı bir adam, hem sazının tellerine vuruyor, hem de türküyü söylüyordu. Kayıkta kürek çeken, 12-13 yaşlarında bir kız çocuğu da vardı.İhtiyar birkaç el kol hareketi yapınca tombul kız kayığı Maviş'e yanaştırdı. Haldun Sevel, yarım Yunancası ile balığın fiyatını öğrenmeye çalışırken, ihtiyar gayet temiz bir Türkçe ile sordu: 'Siz Türk müsünüz?' Evet... 'Yoksam İstanbul'dan, Fenerbahçe'den mi?' Sevel, bu soruya da olumlu cevap verdiğinde ihtiyar ile küçük kız birbirlerine bakıp gülmeye başladılar. Ardından ihtiyarın soruları geldi: ' Belvü duruyor mu Belvü?.. Murat 'ın babası Mustafa Kaptan yaşıyor mu?.. Todori ne durumda?..' Eski günleri anlatmaya başlamıştı: 'Ben, bundan 40-50 yıl önce Belvü Gazinosu'nda Müzeyyen Senar Hanımefendi okurken, ona sahnede beyaz karanfil verdim, benim elimi sevdi, onu yanaklarından öptüm.' Artık balık satmayı boşlamıştı ihtiyar adam. Anlatıyor, anlattıkça daha da anlatası geliyordu: İstanbul Rumlarındandı... Ona burada Aristidi Kaptan derlerdi... Yanındaki, Atina'da yaşayan kızından olma torunu Panayota idi, tatil için gelmişti... Yoksa Aristidi orada yalnız yaşıyordu...Aristidi Kaptan sordu: 'Sende rakı var?' Evet, vardı. 'Ama Atatürk 'ün rakıdan?..' 'Herhalde Kulüp Rakısı istiyor' diye düşündü Sevel. Sonra Aristidi'nin koya bakan küçücük evine gittiler. Az sonra yemek masası; çiroz salatası, lakerda, sirkeli cacık, salata çorbası ve zeytinyağında kızartılmış iri barbunlarla donatılmıştı.Anlatmayı sürdürdü Aristidi Kaptan: Babası, dedesi hep İstanbulluydu... Son olarak Moda'da, Mektep Sokak'ta oturmuşlardı. 6-7 Eylül ( 1955 ) olaylarından sonra ayrılmak zorunda kalmışlardı... Şimdi 80'ini aşmıştı...Haldun Sevel, 'Yaşlısın, hastasın, niye kızının yanına taşınmıyorsun? Burada doğru dürüst hastane yok, doktor yok' demesi üzerine, Aristidi Kaptan elini Türkiye kıyılarına doğru sallayarak şöyle dedi: 'Gitmem... Bak buradan memleketi seyrediyorum, gitmem...' Bu arada rakılar bitti, uzoya geçildi.Böyle sıcak anılarla dolu birkaç günden sonra ayrılık vakti geldi. Sevel sordu: 'Tekrar geleceğim...Benden ne istersin?' Aristidi Kaptan iki şey istedi: 'Atatürk'ün rakısından getir... Bir de Fenerbahçe rozeti...' Haldun Sevel, Aristidi'ye niye ceket yakasında yıpranmış, solmuş bir Fenerbahçe rozeti taşıdığını sordu. İhtiyar anlatmaya başladı: ' Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra İstanbul işgal edildi... Halimiz perişandı... İşgalci İngilizlere, Fransızlara beddua ediyorduk...Mütarekenin sonuna doğru, babam heyecanla geldi... Maça gidecektik... İngiliz takımı ile Fenerbahçe karşılaşacaktı... Herkes Fenerbahçe'nin perişan olacağını sanıyordu... Çok sert bir maç oldu... Fenerbahçe kazandı... Ortalık bayram yerine döndü... Sokaklarda fener alayları yapıldı... İstanbul halkı evindeki gaz lambalarında kullandığı gazı dahi, meşaleleri yakalım, galibiyeti kutlayalım diye bize verdi... İşte bu rozeti o gün yakama taktım, bir daha da çıkarmadım.' Futboldan anlamasa da Fenerbahçe taraftarı olan Haldun Sevel bunun üstüne Aristidi'nin elini öptü.Aradan iki yıl geçti. Söz vermesine, çok istemesine rağmen Sevel, Midilli'ye gidemedi. Nihayet, 1996 yazında fırsatını buldu. Rakıları ve Fenerbahçe rozetlerini teknesine yükleyip yola çıktı.Ve Aristidi Kaptan'ın kapısını çaldı...Geçen sürede Aristidi iyice kötülemişti. Önce onu tanımadı. Sevel, Kulüp rakılarını, Fenerbahçe rozetlerini çıkarınca hafızası yavaş yavaş yerine geldi: 'Niye bu kadar geç kaldın?' Zar zor yerinden kalkan Aristidi, eski ceketini giydi... Yakasına yepyeni Fenerbahçe rozetini taktı... Arkadaşlarının koluna girip kahvenin yolunu tuttu.Oflaya puflaya, dura kalka, nefes nefese kahveye vardı ve rozetini gururla arkadaşlarına gösterdi: 'Size demiştim. Geldi, işte rozetim geldi.' Kahveden koca bir alkış sesi yükseldi.Kısa bir süre sonra, Aristidi dünyaya gözlerini yumdu. Mezarına, Haldun Sevel'in Fenerbahçe ve Moda'dan alıp götürdüğü memleket toprağı serpildi

...:::Önce Vatan Savunması:::...

...:::Önce Vatan Savunması Sonra Fener Müdaafası:::...

Trak... Trak... Trak... Silah sesleri geliyordu Harb-i Umumi'den...Mülazım-ı evvel Arif; biraz geç kalmış insanların aceleciliği içinde,atının eğerini son kez gözden geçiriyordu. Yolu uzundu... Bir ara,cepheden gelen top seslerine kulak verdi, sonra çevresindekilere "Selâmetle kalın" diyerek; atına mahmuz vurdu.Mülazım-ı evvel Arif; Çanakkale'de vatanını, İstanbul'da ise Fenerbahçe'yi müdafaa ediyordu. Sarı-lacivertli kulübün sağbekiydi... Fenerbahçe olmadan Arif, Arif olmadan Fenerbahçe olmazdı.Savaş çıkıp cepheye gönderilince; takımından ayrı kalmaya gönlü razıolmamıştı. Cepheye koşan tüm askerler için parola "Önce vatan" dı ama, Arif için "Sonra, Fenerbahçe" vardı...Takımını yalnız bırakmak istemiyordu. Bu yüzden de, kendisi ya da kulüp yöneticileri, kumandanından izin alıyor, cepheden cuma ligine koşuyordu.O hafta ise,Fenerbahçe-Galatasaray mücadelesi vardı. Burada, Çanakkale geçilmez... Orada, yine İstanbul'da Arif hiç geçilmez.Mülazım-ı evvel Arif, ezeli rekabet cephesindeki görevine yetişmeliydi.Dağ, dere, tepe demeden, 26 saat at sürecek ve bugün Fenerbahçe Stadı'nın bulunduğu papazın bağına yetişecekti. Tutmayın onu, yolu uzun.

ARİF, SEZONUN İLK DERBİSİNDE...

Arif dörtnala, 1917 - 1918 sezonunun ilk büyük derbisine, Fenerbahçe-Galatasaray maçına yetişmeye koşuyordu.Ama, 21 Aralık 1917'deki bu maça gitmeye çalışan, yalnız kendisi değildi.Fenerbahçe kaptanı Galip de, Kırklareli'nden İstanbul'a doğru at koşturuyordu... Çanakkale'den Fikirtepe Uçaksavar Bataryası'na tayin olan Ethem ise, daha önceden kulübe varmıştı.Arif ve Galip, uzun at yolculuğunun yorgunluğunu atamadan, sahaya çıktılar. Ama, ne yazık ki, maçı 3 - 2 kaybettiler.İki futbolcunun tekrar cepheye dönmeleri, hazin olmuştu.Fenerbahçe kaptanı Galip (Kulaksızoğlu), daha sonra savaş sırasında yaralanıp İstanbuI'a gönderilmiş, bir daha cepheye gitmemişti. Arif (Emirzâde) ise, cepheden sahaya, sahadan cepheye koşturmaya daha uzun bir süre devam edecekti.Doğaldır ki, her maça yetişemiyordu... Ama, iddialı maçların hiçbirisini kaçırmıyordu. Hele hele, ezelî rekabet maçlarını asla...Fenerbahçe Kulübü, 1919 - 20 sezonuna iddialı girmek istiyordu. Bunun için,ilk kez sahaya çıkacakları İdmanyurdu maçında, sağbekleri Arif'in mutlaka oynamasını istiyorlardı. Kumandanlıktan özel izin alarak, Arif'in oynamasını sağlama almışlardı. O mutlaka gelmeliydi, gelecekti...

SAVUNMANIN BELKEMİĞİ

Arif gerçekten de, Fener defansının vazgeçilmez adamıydı... Onun nasıl bir futbolcu olduğunu anlamak için, eski Fenerbahçeli futbolculardan Sedat Taylan'ın 1944 yılında yayınladığı, "Fenerbahçe'den Hatıralar" adlı kitabına bir göz atalım:"Arif, çok eskiden Fenerbahçe takımında, müteaddit defalar tekdirle seyretmiştim. O zaman, Fenerbahçe müdafaasının belkemiği vaziyetindeydi.Zayıf fakat çok çetin, gözü pek bir oyuncuydu. Sert, fakat faulsüz oynardı."Maç sırasında asabî olan Arif, maç bitiminde sakin ve nazik bir genç olurdu..."Evet, daha önce de söyledik... Fenerbahçe, 1919 - 20 sezonunun ilk maçı olan İdmanyurdu mücadelesi için, Papazın bağında Arif'i bekliyordu... O gelmeliydi, gelecektir, gelir... Fakat, onun yerine, kara haber geldi:"Arif, tam kalbine yediği bir kurşunla, şehit oldu." Olmaz... Olamaz... Olmamalı...Fenerbahçeliler, bir anda mateme boğuldu. Herkes birbirine sarılıp ağlıyor, Türk futbolunun yetiştirdiği en gerçek kahramanının kaybına kahroluyordu... Hüzün, dalga dalga tüm İstanbul'a yayılmıştı. Ancak, maç oynanmalıydı...Fenerbahçe li yöneticiler, santra çizgisinin başladığı yerdeki sahanın kenarına bir sandalye koydular ve üzerine Arif'in 2 numaralı formasını astılar.Takım, sahaya 10 kişi çıkmıştı...Ama, Fenerbahçe eksik değildi. Saha kenarındaki sandalyede asılı duran forma, Arif'i sahaya sürmüş gibiydi. Sanki, rakibin ataklarını, hâlâ o durduruyordu.Fenerbahçe, kahramanının huzur içinde toprakta yatması için, o denli coşkulu oynadı ki, rakibi İdmanyurdu'nu tarihinin en farklı skoru ile yendi: 11-1. O günden bu yana, o rekor hâlâ kırılamadı. Fenerbahçeli tüm futbolcular, bu galibiyet sonrasında hep birlikte 2 numaralı formanın önünde tazim duruşuna geçerek, "Ruhun şad olsun Arif" dediler. Ve, bugünkü karşılığı ile o dönemin kulüp genel sekreterli olan Fenerbahçe 1.Katibi Ömer Nazıma, Arif için bir ağıt yakıyordu:"Azim sebat, metanet, işte bu...Futbolu can etmişti şahsında.Ey arkadaş... Kimdir bu?Şehit Arif'imiz karşındaDur ve ağla, elin bağla yanında.En mukaddes şehittir bu...Öldürdüler, vazifesi başında,Ah Fener... Ne acıklı haldir bu..."Fenerbahçe Kulübü'nün şehit Arif'in ruhuna okuttuğu mevlüt tam anlamıyla olay olmuştu. Mevlüt sırasında kulüp binası dolup taşmıştı... Herkes ağlıyordu. Arif (Emirzade), yüzbaşı rütbesi ile şehit olmuştu. Yüksek mühendislik eğitimi görmüştü ve Fransızca biliyordu. Arif'in sağlığında Fenerbahçe genç takımında oynayan Sedat Taylan, "Biz Fenerbahçeliler" adı ile yazdığı anılarında, bu şehit futbolcuyu da anlatır. 1965 tarihli kitaptan aynen aktarıyoruz:

DEVRİNİN EN BİLGİLİ FUTBOLCUSU...


"Arif, Fenerbahçe Kulübü'nün kuruluşundan itibaren oynayan futbolculardan biriydi. Birinci Dünya Savaşı'nda vatanî vazifeye çağrılıncaya kadar, Fenerbahçe takımında defansın belkemiği olarak sağbek oynadı."Ortadan biraz yüksek boylu, futbola elverişli bir cüsseye sahip, sağlam bir gençti... Saçlarını, alabruz kestirirdi. Yuvarlak yüzlü, çenesinin sağında büyükçe bir beni vardı. Sakin bir yaradılışı olmasına karşın, oyun sırasında hırslı olur ve gözünü budaktan ayırmazdı. Aynı zamanda, devrinin en bilgili futbolcularından biriydi." Sedat Taylan'ın kitabında bundan başka bilgi yok... İşin tuhafı, dünyada eşi - emsali görülmeyen Arif olayı; ne yazık ki belgelere geniş ölçüde yansımamış... Hakkında topluca bir bilgi yok... Birkaç paragraf halinde çeşitli kitaplara yayılmış bilgiler için, 50'ye yakın eseri, didik didik etmek zorunda kaldık.Anlayacağınız; dünya futbol tarihine bile altın harflerle geçebilecek önemdeki şehit Arif olayını, vurdumduymazlığımız sayesinde geçmişin derinliklerine gömmüşüz...